Altın Saatler'de Gökhan Erkutlu ile insani yardımlarda yerelleşmeye ilişkin sorunları ele alıyor ve halen sürdürülmekte olan 'Türkiye & Suriye’de Deprem Sonrası Çalışan Yerel Organizasyonların İnsani Yardım Müdahalesi Üzerine Araştırma'ya da değiniyoruz.
Gürhan Ertür: Apaçık Radyo'da Altın Saatler programındayız. Bugünkü programı Elvan Cantekin, Muzaffer Tunçağ ve ben Gürhan Ertür birlikte sunuyoruz. Teknik masada ise Selahattin Çolak sesimizi sizlere ulaştıracak.
Bugün konuğumuz Gökhan Erkutlu. 6 Şubat depremlerinin hemen arkasından bölgede çalışmaya başladı. Birçok kuruluşla birlikte ortak faaliyetler yürüttü. Arkadaşlarıyla birlikte Sivil Alan Hareket Ağı Saha Derneği'ni kurdu ve yuva projesini başlattı. Sonrasını ise tabii ki kendisinden dinleyeceğiz. Gökhan hoşgeldin programımıza, merhaba.
Gökhan Erkutlu: Hoş bulduk, merhaba, çok teşekkürler beni ağırladığınız için.
Gürhan Ertür: Evet, Elvan Cantekin, Muzaffer Tunçağ, sizler de hoş geldiniz programa, merhaba. Ben ilk sözü Elvan'a bırakmak istiyorum. Elvan, söz sende.
Elvan Cantekin: Gökhan tekrar hoşgeldin. Gürhan programın açılışında da söyledi. Sen 2023, 6 Şubat, 20 Şubat depremlerinden sonra bölgede çalışmaya başladın. Depremlerin ikinci yıl dönümüne geliyoruz. O depremler sonrasında bölgede gerek afet, depreme müdahale konusunda gerekse de daha sonraki toparlanma, yeniden yapılanma aşamalarında çok ciddi olarak uluslararası, ulusal birçok kuruluş görev aldı. Bu kaynaklar, tabii rakamlar bize tam doğru olarak gelmiyor ama çok önemli miktarda kaynakların da kullanıldığını biliyoruz bu süreç içerisinde. Bu bize esasında çok daha geniş ve uluslararası düzeydeki birtakım tartışmaları da hatırlattı. O konuda bu programı yapmak istiyoruz. Sizin de anladığım kadarıyla bu alanda bir araştırmanız söz konusu. Bu insani krizlerde gerek insan kaynaklı olsun gerek doğa kaynaklı olsun insani krizlerde kriz müdahale ve daha sonra da krizden çıkma yahut da yeniden yapılanma, toparlanma dönemlerinde birçok değişik sektörden, birçok değişik alandan kuruluşlar çalışıyor. Kamu sektöründen kurumlar var, organizasyonlar var, uluslararası organizasyonlar var. Ve de çok önemli bir şekilde sivil toplum kuruluşlarını da biz görüyoruz.
Bunlar arasında uluslararası hükümet dışı kuruluşlar var, ulusal yerel kuruluşlar var. Bir de mahalli kuruluşlar da söz konusu. Tabii ki kullanılan kaynakların büyük boyutu da bütün dünyanın ilgisini çekiyor. Uzun zamandır devam eden bir tartışma var. Bu tartışma, acaba insani krizlerde kullanılan bu kaynaklar yeteri kadar etkin, verimli ve bölge insanının yani ihtiyacı olanların ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde kullanılıyor mu, kullanılmıyor mu? Ve burada uzun zamandır devam eden bir de eleştiri var. Bu insani kaynakların çok önemli bölümü esasında işte kaynakları üreten ya da donör diye tanımlayacağımız kuruluşlar ve aracı kuruluşlar gibi çalışan birtakım uluslararası hükümet dışı örgütler yahut da uluslararası kuruluşlar tarafından kullanılıyor ama yerel halka bu kaynakların çok az bir bölümü aktarılabiliyor. Ve buna karşılık sanıyorum 2016 insani kriz zirvesi ile başlayan bir yeni yaklaşım var. Yerelleşmenin üzerine gidelim. Yerel örgütleri, kurumları bu konuda güçlendirelim ve onların bu faaliyetlerdeki rollerinin daha da artmasını sağlayalım şeklinde. Şimdi senin bu 2023 depremleri sonrasında bölgedeki izlenimlerinin çerçevesinde bu yolda nasıl bir gelişme gözlemleyebildin? Var mı bir gelişme? Ve bu gelişmenin olumlu veya olumsuz yönleri konusunda bizi birazcık bilgilendirebilir misin? Bu yerelleşme kavramından başlayalım istiyorsan. Nedir? Yani yerelleşmeyle neyi kastediyor uzmanlar?
Gökhan Erkutlu: Çok teşekkürler Elvan Bey. İnsani yardım alanındaki belki şu aralar en önemli tartışılan konulardan biri bu, yerelleşme. Birçok hem donör kuruluşun hem uluslararası kuruluşun ve tabii ki ulusal ve yereldeki kurumların gündeminde olan bir kavram. Herkes bunun üzerine kurumsal olarak bir kafa yoruyor, çalışıyor. Sizin de söylediğiniz gibi İstanbul'da gerçekleşen 2016 Dünya İnsani Yardım Forumu'nda -ki çıktılarının en önemlerinden biriydi bu yerelleşme- özellikle konuşulan konu, fonların olabildiğince yerel sivil toplum kuruluşları tarafından kullanılması ve karar mercilerinin de sivil topluma indirilmesiydi. Ancak tabii burada sistemin kendisine baktığımızda yukarıdan aşağı doğru inen bir hiyerarşik sistem var. Hiyerarşik üçgeni şöyle canlandırabilirsiniz. Donörlerden uluslararası kuruluşlara, uluslararası kuruluşlardan ulusal kuruluşlara ve hatta ulusal kuruluşlardan da mahalle örgütlenmelerine ya da daha küçük çaplı sivil toplum kuruluşlarına doğru akan bir sistem var. Para yani fon el değiştirdiğinde, bir kısım fon o kurumda kalarak ilerliyor. Dolayısıyla en son noktaya vardığında fonun büyük bir kısmının bu aradaki kurumlar tarafından, operasyonel ihtiyaçlar, teknik destek ihtiyaçlar gibi birçok konuda kullanıldığını görüyoruz. Yerelleşmenin sadece fonla ilgili olmadığı, insani yardımın da aslında değişmesi gerektiğiyle ilgili bir öngörü de var bunun içerisinde. Şunu söylemek istiyorum. İnsani yardıma baktığınızda 50 senelik bir geçmişi var ve benzer insani yardım uygulamalarının günümüze kadar geldiğini ve aynı çalışmaların devam ettiğini, çok büyük değişikliğe uğramadığını görüyoruz. Ama son 3-5 senedir özellikle bu alışıla gelmiş bilindik yöntemlerin artık uygulanamadığı ve farklı modellerin, farklı yapıların getirilmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Bunların başındaki sebeplerden biri de yereldeki halkın ya da yereldeki sivil toplum örgütlenmelerinin daha etkin çalışmalar yürütebildiğine dair daha çok veriye hakim olmaya başlamamız, bunun daha çok ön plana çıkması, bunun farkına varmamız. Diğer bir konu uluslararası anlamda fonlarda giderek bir azalma var. Fonu daha efektif nasıl kullanırız diye düşünüldüğünde, uluslararası kurumlar gidip operasyon açmak yerine orada hala hazırda var olan örgütlerle çalışmanın daha efektif olduğunu fark etmeye başladılar ve bu yaklaşım biraz daha yerelleşmenin içini de doldurmaya başladı. Kavramsal olarak yerelleşme nedir diye tanımlamaya çalıştığımızda, her kurumun farklı cevap verdiğini de görüyoruz. Bunun tam bir tanımı ortaya konulmuş değil. Tabii ki internette ulaşılan bazı tanımlar var. Ama her kurum biraz kendi penceresinden bunu söylüyor. Hatta bazı kurumlara yerelleşme nedir diyorsunuz. ‘Yerelden insan kaynağını işe almak’ diyor. Ama bu konuda hakikaten kendini geliştirmiş kurumlar, ‘paranın yani fonun kullanımının yerele inmesi yani karar merciinin yerele inmesi hatta faydalanıcıların karar mercilerine dahil olması’ diyebiliyor. Peki burada nasıl dahil olacaklar? Var olan mahalle örgütlenmeleri, şehir örgütlenmeleri ya da ulusal çapta daha teknik çalışan ama küçük ölçekli kurumların dahil olmasıyla bu karar mercilerine dahil olabileceklerini görüyoruz. Dolayısıyla böyle bir yelpazede yerelleşmeyi herkes kendi minvalinde değerlendirmeye ve tanımlamaya başladı. Ama yerelleşmenin bence şöyle bir problemi var. Yerelleşme, bu fikri ortaya atan donör ve uluslararası kuruluşların biraz da doğasına aykırı. Çünkü asıl gücü elinde tutan, fonu ve gücü paylaşması gereken kurumlar onlar. Dolayısıyla bu şekilde gücü açma noktasında, pratik olan kendi iş yapış biçimlerini değiştirmekte zorlandıklarını görüyorum ben. Daha üst düzey, entelektüel bir yerde kurumlar bunu konuşabilseler de ülke stratejilerine dönüldüğünde, bu daha çok bir checklist'e dönüşüyor. Uluslararası bir kuruluş düşünelim. Kendi uluslararası merkezinde bunu hakikaten konuşuyor, tartışıyor ve ülke ofisine ‘yerelleşmeyle ilgili bir şeyler yapmanız lazım. Stratejimizde bu da var’ diyor. O da yerelleşmeyle ilgili birini işe alıyor. O zaman yerelleşmeyle ilgili bir toplantı yapalım, sivil toplumu bir araya getirelim, etkinlik yapalım, onları haritalandıralım gibi checklist olarak gidiyor. Ama daha sistematik değişim için bir irade yok maalesef. Bu iradenin de daha uluslararası kuruluşlarda ve donör kuruluşlarda olması lazım ki sistem değişebilsin. Kendi içinde de biraz doğasına aykırı olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla ilerlemekte zorlanıyor. Ama kavram kendi içinde çok benimsendi. Benim endişem, bu kavramı böyle yine kullanıp, 2-3 sene üzerinde tepindikten sonra bir kenara bırakıp, başka bir kavram bulup yeni bir trend kavramla devam etmek. Çünkü yerelleşmenin çok daha kıymetli bir yeri var. Önümüzdeki yılların giderek zorlaşacağını görebiliyoruz. İklim kaynaklı yaşanan doğal afetler, savaşlar, çatışmalar, ekonomik krizler, yoksulluk ve birçok sıkıntı, dışarıdan gelecek destekle bertaraf edilemeyecek kadar büyüyor. Dolayısıyla gelen yardımların da hem kısıtlı hem de sınırlı sürelerde olduğunu görüyoruz. Ve dünyanın her bir yerinde afetlerde, bu sorunları yaşayan toplumların kendi imkanlarıyla bu işlerin içinden çıkması gerektiğini görüyoruz. Bugün çok basit bir örnek verirsem, depremden sonra da ilk aşevlerini kuran -yani ilk çorbayı kaynatan- yereldeki mahallelerdi.
Sudan'daki çatışmalarda kaçan ve ilk yemeği kaynatan, o kaçan insanlar ya da onları misafir eden oradaki topluluklardı. Dolayısıyla ilk yerelin nerede nasıl etkin olduğuna baktığınızda, uluslararası kurumlar ya da ulusal kurumlar gelene kadar, arama kurtarma yapıyorlar, aşevi çorba dağıtıyorlar, birbirlerine psikolojik destek veriyorlar, iyi olmalarını sağlıyorlar, ilk ilk yardımı onlar veriyor. Ne zamanki ulusal ve uluslararası kuruluşlar geliyorlar, onlara da mihmandarlık yapmaya başlıyorlar bu sefer. Onların doğru ihtiyaç tespitinde yardımcı oluyorlar, onları doğru noktalara götürmeye başlıyorlar ve uluslararası kuruluşlar gittikten sonra da geride kalan ve tekrardan o toplumun ihtiyaçlarına bir şekilde fayda sağlamaya çalışan yine onlar oluyor. Sistemin başından sonuna yereldeki toplulukların çok etkin olduğunu görüyoruz. Biz onların aslında dayanıklılığını arttırabilirsek yani topluluk olmalarını sağlayabilirsek ve güçlendirebilirsek, afetlerden daha az etkilenebileceklerini ve başlarına gelen afet, felaket ve her türlü soruna daha güçlü bir şekilde cevap vererek dayanıklı bir şekilde ayakta durabileceklerini görüyoruz.
Elvan Cantekin: Bu noktada şunu sorabilir miyim Gökhan? Yerel yapılanmaların, yerel organizasyonların, oluşumların afetlere müdahale ve daha sonraki çalışmalarda çok etkin olabileceğini, çok daha verimli faaliyet gösterebileceklerini söylüyoruz. Ama öbür taraftan da bir türlü bu yerelleşme konusundaki o tartışmaların temel kaynağı olan şeye de çözüm bulamıyoruz değil mi? Orada da donörler diyor ki, yerel örgütler kontrol edilebilir değil. Çok suistimaller söz konusu olabiliyor. Yeterli kapasiteleri yok gibi, böyle bir dizi nedenle bu yerel örgütlerle doğrudan bir ilişki içerisine geçmek istemiyorlar. Bu çelişkiyi nasıl aşmak mümkün olabilir?
Gökhan Erkutlu: Bazen denemeden, yorumsal bir yerden bakılıyor. Yerel örgütlerin çalışmasının riskiyle uluslararası kurumların risklerinin çok daha farklı olduğunu hatta yerel örgütlerin risklerinin daha düşük olduğunu düşünüyorum. Çünkü aldıkları fon miktarları düşük. Uluslararası kuruluşlar hiç mi problem yaşamıyor? Çok büyük problemler ve sıkıntılarla karşılaştıklarını biliyoruz. Sadece bunları çok daha kolay kapatıyorlar. Kendi içlerinde sanki o bir bireymiş gibi ‘onu işten çıkardık’ ya da ‘o kişiyle yollarımızı ayırdık’ deyip yola devam ediyor kurumlar. Ama bunu bir küçük kurum ya da bir yerel örgütlenme yaptığında bunu bütün yerel örgüte mal ediyoruz. Hatta sadece o yerel örgüte değil bütün yerel örgütlerin sanki böyle çalıştığını varsayıyoruz. Çok varsayımsal bir yerden geldiğini düşünüyorum. Belki hatırlarsınız, Bangladeş'te kredi bankasını kuran ve çok düşük miktarlarda kredi veren Muhammed Yunus adlı birisi vardı. Riski çok yüksek diye o mikro kredileri diğer bankaların hiçbiri vermiyordu ama Muhammed Yunus ‘hayır, bu insanlar çok daha fazlasını geri döndürecekler’ diye iddia ediyordu ve hakikaten dediği şekilde oldu. Burada öyle bir algı olduğunu düşünüyorum. Çok daha etkin, etkisi çok yüksek projeler yapabiliyorlar. Çünkü bir kere toplumun içine entegreler. Kendileri o toplumdan farklı olmadığı için, kendi ihtiyaçları ve toplum ihtiyaçları çok aynı aslında. Bir de denetlemeye baktığımız zaman, bunların kendi topluluğunun içerisinde hesap verilebilirliği de çok yüksek. Yani siz eğer kendi içinde olduğunuz bir mahallede, toplulukta yanlış bir şey yaparsanız, zaten çok hızlı o mahalle, o topluluk size tepki gösteriyor. Bir anda geri bildirimi alabiliyorsunuz. Ama şöyle bir dengesiz durum var.
Yerel örgütlerin bu kadar etkin olduğunu, onlara ihtiyaç duyduğumuzu özellikle afet zamanlarında görüyoruz. Afet zamanında bütün uluslararası kuruluşlar, Türkiye'de çalışan ve Türkiye'ye yeni gelen donör kuruluşlar da hepsi ortak kurum aradı. Yerelde birlikte çalışacakları birilerine baktılar. Afet zamanlarında böyle hızlıca oraya doğru yöneliyoruz. Ama eğer güçlü bir sivil toplum yoksa birçok sorun ve sıkıntıyla baş etmemiz gerekiyor. Afetler olduktan sonra bir sivil toplum, bir örgütlenme kuralım dediğinizde, o çok daha meşakkatli bir iş aslında. Ve bunca anlattığım şeyi teraziye koyduğunuzda, sisteme bu kadar katma değer sağlayan yerelleşmenin bir yandan da fonlar açısından baktığımızda çok az fon alabildiğini ve hatta çok ufak fonlara yani özellikle uluslararası kuruluşlar ya da büyük ulusal kuruluşların, ‘o projeye girmeye değmez’ dedikleri miktarlar için bile inanılmaz çaba ve enerji harcadıklarını görüyoruz. Ve maalesef bir yandan da bir yarış içerisindeler. Çünkü çok sınırlı fon kaynağı var. Geçen gün konuşuyorduk. Şimdi tam rakamları hatırlayamam ama çok bilindik bir fona başvuru sayısı o kadar yüksek ki. 150-180 kadar bir başvuru var. Topu topu seçilecek de 3-5. Oranladığınız zaman inanılmaz. O 180 kurum, ne kadar zaman harcamış, enerjisini koymuş ama sadece 3 tanesi ya da bilemediniz 5 tanesi o fondan faydalanacak. Sizi bundan sonra 2-3 sene götürecek bir fondan bahsetmiyorum, 6 aylık gibi kısa vadeli fonlardan bahsediyorum.
Elvan Cantekin: Evet, orada bir de yapısal sorun var değil mi? Yani bu fonlar hem çok sınırlı miktarlarda oluyor hem de tamamıyla operasyonel fonlar oluyor. O kurumun kapasite geliştirmesini sağlaması, ileride daha etkin bir hale gelmesini sağlayacak olan o yapılanma için harcayabileceği bir kaynak da yaratılmıyor. Sadece o operasyonun belirlenen amaçlarına, çıktılarına ulaşabilmek için harcayabileceği bir para olarak geliyor. Bu da zorluyor o kurumları.
Gökhan Erkutlu: Aynen, çok doğru bir noktayı söylediniz. NSDation danışmanlık firmasıyla birlikte yerelleşme ile ilgili yürüttüğüm bir çalışma var. Deprem sonrasında özellikle toplum temelli ve küçük ölçekli sivil toplum kuruluşlarının nasıl müdahaleye dahil oldukları ve ne gibi sorunlarla baş ettikleri ve nasıl evrimleştiklerine dair bir araştırma yürütüyoruz. Görüşmeleri bitirdik. Şimdi raporlama aşamasındayız. Bu, Save the Children adlı Uluslararası Sivil Toplum Kuruluşu ile Humanitarian Learning Academy-İnsani Liderlik Akademisi’nin öncülük ettiği bir araştırma. Bu araştırmanın bulgularından bir tanesi şu. Küçük ölçekli sivil toplum kuruluşları şu anda bir yaşam mücadelesi veriyorlar. Konuştuklarımın hepsi bana süre verebiliyor. ‘Üç aylık daha fonumuz var, ondan sonra sadece gönüllü olarak ilerletebiliriz. Derneğin kirasını bile ödeyecek paramız kalmıyor’ noktasına geliyorlar. Türkiye'deki sivil toplum çalışmalarının çoğu proje bazlı. Fonların neredeyse hepsi proje bazlı. Projeler de 6 ay, 9 ay gibi çok kısa vadeli genelde. Eğer bir senenin üzerine çıkıyorsanız çok şanslısınız bir yandan. Bu da şu demek oluyor: Her 6 ayda bir, 9 ayda bir siz varlık mücadelesi içine giriyorsunuz. Hem bu projede çalışanların, ekibin devamlılığı nasıl olacak? Hem kiranın, derneğin devamı gibi yaşamsal sorunları, devamlı o stres seviyesinde yaşıyorsunuz. Fonların olmaması sivil toplumda bir erozyona da sebep olacak. Çok kısa şunu söyleyebilirim. Suriye'de yaşanan krizden sonra, 2011-2012'de Türkiye'deki sivil topluma, projeler bazında fon akışının başlamasıyla, 2016 gibi bir yükseliş oldu, zirveye ulaşıldı. Sonra zaman zaman yaşanan krizlerle birlikte bu arttı ama yavaş yavaş bir azalma eğilimine girdi ve en son 2022'de fonlar artık giderek azaldı. Suriyelilerle ilgili yapılan fonlarda bir düşüş vardı. Birçok kurum küçülmeye ve küçülme planları yapmaya başladı. Mesela 400 çalışanı olan bir kurum yavaş yavaş 250'ye 200'e doğru iniyor ve çalıştığı şehirlerdeki ofislerini, dolayısıyla servislerini, hizmetlerini kapatıyor. Ama 6 Şubat depremi olunca bir anda herkese bir fon geldi ve bu fonla inanılmaz bir artış oldu. Bu sefer 400 çalışan, 600 çalışana çıktı. Bir anda hem fon miktarı hem çalışan miktarı, her şey arttı. Ama şimdi bakıyoruz, bu sefer eskiye de dönemiyorlar, daha da kötü durumdalar. Hem depremle gelen fonlar kesildi hem Suriye kriziyle ilgili gelen fonlar zaten azalmıştı. Bu sefer daha da ve çok keskin bir düşüş yaşandı. Ulusal kuruluşların küçüldüğünü ve iyice çekirdeğe çekildiğini görüyoruz. Zaten yerelde küçük olan kurumların böyle bir küçülme imkanı olmadığı için bir ölüm kalım mı demek lazım? Bir yaşam mücadelesi içine girdiğini görebiliyoruz.
Gürhan Ertür: Evet, şimdi kısa bir ara verelim Gökhan. Müzik parçamızı dinleyeceğiz. Yine müziğimiz Filistin'den.
Elvan Cantekin: Evet, bir çelişik bir durumla karşı karşıyayız burada gördüğüm kadarıyla. Bir taraftan diyoruz ki yerel yapılanmalar, yerel kuruluşlar çok daha etkin ve verimli çalışıyorlar. Yerelin koşullarını daha iyi biliyorlar ve ihtiyaçlarını daha iyi analiz edebiliyorlar. Ama öbür taraftan da para, donör kuruluşlardan uluslararası alanda oluşuyor ve arada da bir takım aracı kuruluşlar var. O aracı kuruluşlar vasıtasıyla donörler yerel kuruluşlara ulaşmaya çalışıyor. Sonuç olarak yerel kuruluşların ne kadar etkin ve doğru bir çözüm olduğu konusunda fikir birliği varken onların hayatlarını devam ettirebilmek için gerekli olan kaynakların yaratılmasında ve aktarılmasında ciddi bir problem var. Bu şekilde biz bu toplumsal dirençliliği nasıl arttırabiliriz? Bu da kendi içerisinde bir çelişki değil mi? Gerçekten insani yardım politikalarına yeni bir bakışın getirilmesi gerekiyor gibi bir izlenim edindim. Bu konuda senin değerlendirmen ne? Bir de Şubat depremlerinin sonrasında bölgedeki uygulamalarda karşılaşılan problemlerle ilgili örnekler varsa bunları bize aktarabilir misin? Arkasından da sizin bu çalışmanıza geçeriz. Oradaki bulguları da bizimle paylaşırsan çok seviniriz.
Gökhan Erkutlu: Tabii ki, belki ilk bahsettiğiniz konuyla devam edebilirim. Dirençli topluluklar oluşturmak bence buradaki anahtar konu. Bunu başarabildiğimiz noktada önümüzdeki afetlere ya da toplumsal yaşayacağımız zorluklara direnç gösterebileceğiz. Şöyle bir şey var. Afet zamanında bir fonun akışına baktığınız zaman, donör kuruluşlar zaten bildikleri ve kendilerine akredite olan uluslararası kuruluşlarla çalışıyorlar ve onlara fon veriyorlar. Uluslararası kuruluşlar da dönüyorlar, kendi çalıştıkları kurumlara ‘biri beş yapalım yani bir yerine size beş verelim’ diyorlar. Bu şekilde zaten sistemde olan ve çalışma yürüten kurumların bir anda inanılmaz fonlar ve projeler aldığını görüyoruz. Ama bu bir yandan da darboğaz yaratıyor çünkü o kurumların kapasitesi belli bir sınırda oluyor ve fonların belli kurumlarda toplanmaya başladığını görüyoruz. Eğer siz sisteme dahil değilseniz, afet öncesinde bu ilişkileri, ortaklıkları kurmamışsanız o zaman bu fonlara erişiminiz çok sınırlı ya da hiç olmuyor. Görüştüğüm sivil toplum kuruluşlarının neredeyse tamamı halihazırda var olan ortaklıklarının büyüdüğünü söylüyorlar. Yeni kurumlarla çalışan az. Diğer tarafta yeni kurulmuş olan kurumlarsa bu tarz fonlara erişmekte çok güçlük çekiyor çünkü uluslararası kurumlar ya da fon veren kurumlar onların kendilerini kanıtlamış olmasını bekliyor. Ama yerel kuruluşlar, yerel örgütlenmeler daha evvel fon verilmediği ve öyle bir çalışma imkanı olmadığı için, fon veren kuruluşların birçok istedikleri kriterleri tutturamıyor O zaman da toplumsal direnç düşmüş oluyor. İleriye dönüp baktığımızda, sivil toplum deyince biraz daha insani yardım alanında konuşuyormuşuz gibi ama bence daha geniş çerçeveden sivil toplum olarak bakıyor olmak ve belki de bir sivil savunma olarak değerlendiriyor olmak lazım bunu. Elvan Bey siz de biliyorsunuz, 1999 depreminden sonra kurulan mahalle gönüllüleri vardı. Deprem ya da afet odaklı kurulan toplulukların uzun süre bir şey olmadığında yavaş yavaş dağıldığını, o motivasyonunu kaybettiğini görüyoruz ama bu son afette, topluluklarda olan mesela Antakya Senfoni Orkestrası gibi bir orkestra ya da bir futbol kulübü, spor kulübü gibi birçok farklı alanda örgütlenmiş dernek ve kurumların afet zamanında, kendi var olan yapılarından, kendi misyonlarından sıyrılıp başka bir misyon yüklendiğini gördük.
Ve onlar çok etkili oldular. Çünkü gene kendi içinde bulundukları topluluğa büyük faydalar sağlayabildiler ama burada karşılaştıkları en büyük sıkıntı, insani yardım sistemini bilmemeleri, daha evvel böyle fon yürütmemiş olmaları, kimlerle çalışacaklarını bilmemeleri. Teknik kapasitelerinin olmaması nedeniyle birçok kurumun birçok yerde kapasite anlamında boşa düştüğünü de görüyoruz. Dolayısıyla bu tarz bir toplumsal hazırlık için bu kurumların bu bilinçle hareket etmesi lazım. Ben bir spor kulübüyüm ya da farklı bir amaçla kurulmuş bir derneğim ama çalıştığım toplulukta, afet zamanında başka bir şekilde hizmet verebileceğim, bilincini yaydığımızda ve kişiler o anlamda kapasitelerini geliştirdiğinde etkili olabileceğiz. Ama yine burada hep fona takılıyoruz. Ciddi anlamda kurumsal fonların olmaması, proje bazlı fonların olması, kurumların sadece o projeleri yapıp bitirdiğinde yok oldukları bir sistemi öngörüyor. Bu kurumlara ihtiyaç olduğunda inanılmaz üzerlerine titreniyor ama bu çok geçici bir süre. Ondan sonra fonlar, uluslararası kurumlar sistemden çıktığı an, o toplumun içerisinde tek başlarına kalıyorlar.
Elvan Cantekin: Bu noktada ben bir şey söyleyeceğim. Esasında sadece fonlama değil, biraz da mevzuatın, bir şekilde uygulamanın da getirdiği sorunlardan bahsedebiliriz gibi geldi bana. Mesela bu akreditasyon sistemi geldi aklıma. Türkiye'de de var, uluslararası alanda da bu akreditasyon var. Daha önceden bir akredite olma ihtiyacından bahsediliyor. Birlikte çalışma hatta fonlama anlamında gerekli bir uygulama haline geldi. Oysa senin söylediğin gibi derneklerin, afet anında hakikaten topluma yönelik olarak birtakım faaliyetlere geçmesi konusunda, bu tür mevzuatla ilgili engellerle de karşılaşması söz konusu oluyor mu? O konunun da aşılması lazım değil mi?
Gökhan Erkutlu: Resmi anlamda işleyen akreditasyonlar olabilir. Bir de gayri resmi akreditasyonlar var. Bir kurumla çalışacaksanız size ‘Daha evvel kiminle çalıştın? Hiç böyle bir fon yürüttün mü? Şunu yaptın mı?’ gibi, sizi zaten daha önce akredite oldunuz mu, noktasına getiren sorular soruyor. Ve o eşiği çoğu dernek aşamıyor. Diğer tarafta bir örnek vardı. Mesela Mardin'de çalışan bir dernek yerel kurumlarla çalışmakta çok zorlanıyor. Bunu akreditasyon olarak belki almayabiliriz ama çalışmalarına izin verme, sivil topluma alan açma noktasında, protokolleri yapamama konusunda bu dernek, birçok engelle karşılaşırken, afet zamanında Adıyaman'a gidiyorlar ve orada hiçbir engelle karşılaşmıyorlar. Protokoller yapılıyor, önleri açılıyor. Afet zamanlarında bir tepki olarak ya da bir reaksiyon olarak yerel otoritelerin, özellikle daha merkezi hükümetin daha açık olduğunu ve sivil topluma daha fazla alan açtığını görüyoruz. O dengesizliği görebiliyorsunuz. Aynı kurum Mardin'de o çalışmayı yapamazken, Adıyaman'da yapabiliyor. Çünkü orası deprem bölgesi ve ihtiyaç çok olduğu için orada alan açılabiliyor. Dolayısıyla bu yaklaşımın depremden önce olması ve bu kurumların tanınıyor olması lazım. Bu alanların açılıyor olması lazım ki deprem zamanı aktif rol alabilsinler. Öteki türlü afetler olmadığında bu kurumlar kendi işlerini yürütmek için büyük bir çaba sarf etmek zorunda kalıyorlar. Bilmiyorum sorduğunuza denk düştü mü?
Elvan Cantekin: Evet, bu, legitimacy denilen kurumların yahut da yapılanmaların, örgütlenmelerin otorite tarafından kabul edilmesi yahut da onunla birlikte çalışılma olanaklarının yaratılması anlamında bir olay. Akreditasyon dediğimiz çok mevzuatla bağlantılı bir şey ama bu anlamda da kağıt üzerine düşmese de, dokümante edilmese bile bir şekilde birlikte çalışma ortamının yaratılması kısmında bir takım sorunlar olduğu kesin. Bütün her şey galiba örgütlü toplumdan geçiyor, değil mi? Yani toplumun örgütlü olması ve çeşitli alanlarda dirençli toplum yaratmak için birtakım çalışmaları bu örgüt çerçevesinde, örgütlenme çerçevesinde yürütmeleri esas oluyor. Bu örneği birçok yerde de görüyoruz. Peki, sizin çalışmalarınız içerisinde, bölgede depremden sonra, 2023 depremlerinden sonra çalışan yapılar, orada görev alan kuruluşlar açısından durum nedir? Şöyle de bir gerçek var, fonlar bittiği zaman kuruluşlar geri çekiliyor, çoğu zaman başlanılan projeler yarım kalıyor. Böyle sıkıntılar da yaşanıyor. Sizin gözlemleriniz, yaptığınız çalışmalar sonucunda ortaya çıkan veriler neler bu konuda? Onlardan da birazcık bahsedebilir miyiz?
Gökhan Erkutlu: Tabii ki.
Gürhan Ertür: Bir de acaba bu kuruluşlar arasında bir çekişme veya rekabet de var mı? Bu da bir zarar veriyor mu çalışmalara? Bundan da söz edebilir miyiz?
Gökhan Erkutlu: Tabii ki. Ben toparlamaya çalışayım. Çok ufak bir şeye değineceğim. Örgütlü toplumlardan geçiyor. Direnç orada kuruluyor. Ama biz ne yapabiliriz bu noktada? Çünkü onların örgütlenmesini beklediğimiz noktada eğer doğru sistem önerilerini vermiyorsak, doğru araçları vermiyorsak, kendinden olmasını beklediğimiz şeyler bence hayata geçmiyor. Dolayısıyla bir de sistemin içinde yani bu insani yardım ya da sivil toplum sistemi içerisinde bence inisiyatif alması gereken kişiler, kurumlar var. Onların inisiyatif almasıyla sistemin değişebileceğini düşünüyorum. Ve yeni bir öneri getirilmesi gerekiyor. Öteki türlü kendiliğinden olması ya da kurumların tek tek yaptığı çalışmalar açısından baktığımızda bütüne çok daha büyük faydası olduğunu düşünmüyorum. Yani bu şekilde gidersek aynı sorunlarla İstanbul depreminde karşı karşıya kalacağız. Çok daha büyük ölçekte bir sorunla, aynı sorunlar devam ederek buraya gelecek. Yani ne olacak? Uluslararası kurumlar, donör kuruluşlar fonlarla gelecek. Zaten sayısı belli. Büyük ulusal kuruluşlara fonları verecek. Onlar kapasitelerinin el verdiği ölçüde bir şeyler yapmaya çalışacak. Ki burada kapasiteyi çok zorladığınızda kaliteyi düşürüyorsunuz. Bazı şeyler birçok anlamda sayıya düşüyor. Yani etki analizi zaten yok bizim sivil toplum içerisinde. Koyulan bir tuvaleti sayı olarak görüyor. 100 tane tuvalet koydum. Çok güzel 100 tuvalet koydunuz. Ama bu 100 tuvaletin kaçı kullanılıyor sorusunu kimse sormuyor. Dolayısıyla etki analizinin de olmadığı, sadece rakamların konuşulduğu bir sistemde kalıyoruz. O zaman da sanki birçok sorun çözülmüş gibi gözüküyor kağıt üzerinde. Ama büyük çerçevede sorunların arka planda devam ettiğini görüyoruz. Sıkıntılar ve sorunlara geldiğimiz noktada 2023-2024 ve şimdi 2024'ün sonuna yaklaştığımızda ‘fonlarda bir azalma var mı?’ diye sorduğumuzda neredeyse herkes fonlarda çok ciddi bir azalma olduğunu söyledi. Ve şuna dikkat çektiler. Özellikle yerel kurumlar, birçok uluslararası kuruluşun ve ulusal kuruluşun Adıyaman'da, Hatay'da, Malatya'da ofislerini kapatmaya başladığını ve onların verdiği hizmetlerin son bulduğunu söylediler. Bu da şu soruyu getiriyor: ‘2. yılına geldiğimizde kaç tane ofis, proje kapanmış olacak?’ ‘Hala ihtiyaçlar devam ediyor mu?’ noktasında çoğu insan ‘evet, devam ediyor’ diyor. Dolayısıyla orada bir ihtiyaç açığı var. Bu giderek büyüyecek ve bu ihtiyaçlar daha fazlasıyla, yerel, oradan ayrılmayan ve orada çalışmalarına devam eden kurumların omzuna binecek. Ama onlar da gene fon almakta en çok zorlananlar olduğu için muhtemelen bununla başa çıkamayacak daha fazla ‘burn out’ dediğimiz gerçekten psikolojik olarak da zorlandıkları kurumsal bir yere gelecekler. Dediğim gibi kapanmayla karşı karşıyayız. Adıyaman özelinde biraz daha bakarsak, deprem öncesinde sivil toplumun çok olmadığı bir yerden şimdi çok güzel sivil toplum kuruluşları da çıktı ya da yeni sivil toplum kuruluşları oralarda hem kadınlarla hem çocuklarla çok güzel çalışmalar başlattılar. Aslında iki senedir yapılan bu yatırımların bir noktada heba olmasıyla da karşı karşıyayız. Çok güzel çalışmalar bir yere getirildi ve bu insanlar için aslında Adıyaman gibi yerlerde ya da Hatay'ın belli bölgelerinde bu çalışmalar, erişebildikleri tek çalışmalar baktığınızda. Çok fazla imkanın, sosyal anlamda fırsatların olmadığı yerlerde hem kadınlar, gençler hem çocuklar için bunlar biraz nefeslenme alanları gibi. Dolayısıyla bunları yitirme noktasına geldiğimizi görebiliyoruz. Rekabet konusu şöyle, proje bazlı bir sistemin üzerine yükseldiğimiz için özellikle ulusal büyük kurumların zaten kendi kulvarlarında koştuklarını görüyoruz. Donörlerde de çok fazla değiştirmeye bir eğilim olmuyor. Ve aynı projelerin seri halde otomasyon gibi çıktığı, kabul edildiği, devam ettiği, ama bir yandan verimliliğinin ve etkisinin azaldığı bir kulvarda ilerliyorlar. Ve giderek de küçülüyorlar bir yandan. Sistem içerisinde çok nadir görüyorsunuz ulusal kuruluşların birlikte bir proje yazdığını ve çalıştığını. Ama daha yerele indiğinizde, mahalle örgütlenmelerine indiğinizde her ne kadar onlar da aynı yarışın içerisine sokulsalar da çok daha fazla birlikte birbirini tamamlayıcı şekilde proje yazmayı görüyoruz. Birbirlerini rakip olarak görmüyorlar. Daha çok aslında biraz daha ‘kaderdaş’ gibiler. Aynı sıkıntılar içerisinde ayakta kalmaya çalışıyorlar ve birbirlerini destekliyorlar. Dolayısıyla çok daha fazla şu anda yerel örgütler ve belediyeler arasında böyle ortaklaşmaların çıktığını görmeye başlıyoruz. Projelerin, en azından sunulan projelerin daha o yönde ilerlediğini. Bir de hakkını vermek lazım. Özellikle görüşmelerde, Türkiye İnsani Forumu'nun (TİF), depremden sonra kurulmuş bu yapının gerçekten bir alan açtığını, özellikle yereldeki örgütlenmelere bir ses olduğunu görebiliyoruz. Ama bu tarz değişikliklerin daha sistematik değişimlere yol açabilmesi için bir vizyon gerekiyor. Bir sistem değişim önerisi gerekiyor.
Burada Sivil Toplumu Destekleme Vakfı'yla (STDV) yaptığımız görüşmede iyi bir örnek var. Fonlarını ikiye ayırdılar. Deprem zamanı hem projelere fon verirken bir yandan da kapasite fonu vermeye başladılar aynı kuruma. Yönetimsel gelişimini, kurumsal sürdürülebilirliğini desteklerken bir yandan da projeleri fonlamaya başladılar. Dolayısıyla aynı kurum iki fonu birlikte kullanabiliyordu. Yeni kurulmuş derneklerin de dahil olduğu ölçeğin altında kalan kurumları hedeflediklerinden, özellikle yereldeki örgütlerin faydalanabildiği bir fondu. Ve şu sistematiği görüyorsunuz. STDV da Mosaic Foundation kurumundan fon alıyor. Onunla arasında bir güven bağı var. Belli bir riski STDV kendi üstüne alıyor. Donöre karşı hesap verebilirlik riskini ve küçük yereldeki örgütlerin omzuna binen o riski azaltmış oluyor ve onların daha çok projelere odaklanmasını sağlayabiliyor bu şekilde. Yereldeki kurulan örgütlerin, süper finans yapacağız, süper satın alma yapacağız, insan kaynaklarını süper yöneteceğiz iddiası yok. Tamamen idealist bir yerden, kadınlarla, çocuklarla, gençlerle, mültecilerle ‘şöyle çalışmalar yapacağız’ diye ortaya çıktıkları için programatik tarafları daha gelişkin oluyor ama idari taraflarda ciddi sıkıntılar yaşadıklarını da görüyoruz. Çünkü finansal yönetim, satın alma yönetimi, insan kaynak yönetimi taraflarına hakim değiller. Bu noktada çok fazla dile getirdikleri bir sıkıntı var. Kurum, ellerindeki kaynaklarla, verebilecekleri maaşlarla bu tarz insanları bünyesine alamıyor bile. Dolayısıyla bunu ya gönüllü usulü ya da çok az bir maliyetle çevrelerinde tanıdıkları bir mali müşavire ya da birine veriyorlar. Ama onların çıkardığı iş de istenilen kalitede olmuyor. ‘Kaç tane muhasebeci değiştirdiniz bu süreçte?’ diye sorduğumda ‘3-4’ diyorlar genelde. Çünkü dernek çalışma prensibiyle özel sektörün sistemi çok farklı olduğundan istenilen finansal raporlama yapılamıyor. Bir çözüm önerisi olarak şöyle söylediler. ‘Bizim destek alabileceğimiz uzmanlara ihtiyacımız var ama bu, gelelim, iki gün eğitim verelim şeklinde değil. Bir mentora, bir koça ihtiyacımız var. Arayıp destek alabileceğimiz ya da bizim finansal işlerimizi devredebileceğimiz. Biz o zaman programa ağırlık verebilelim, asıl iyi yaptığımız işe odaklanabilelim.’ Bu tarz sistem önerileri ufak gibi gözüküyor ama bence etkisi çok yüksek olacaktır. Çözüm önerileriyle de geldiler bu arada. Süremiz azaldı. Atladığım ya da sizin merak ettiğiniz bir şey var mı?
Elvan Cantekin: Şunu önermek daha mantıklı geldi. Mümkün olduğu kadar daha ufak ölçeklerde bu işler yürütülebilirse, suistimal, kaynakların yanlış kullanılması, yapılan hataların etkisi çok daha daralacak. O yüzden semt, mahalle ölçeğinde yahut da ne bileyim o noktalarda bu tür faaliyetlerin arttırılmasını, bu tür çalışmaların yoğunlaştırılmasını, o kaynaklar yanlış mı kullanılıyor, kaynaklar suistimal mi ediliyor gibi birtakım soruları ortadan kaldıracak -en azından asgariye inmesini sağlayacak- bir yöntem olarak görüyorum ben. Oturup büyük ölçeklerle, mesela kent ölçeğinde çalışma yapılacağına daha ufak ölçeklere indirdiğinizde yapılan hatalar da kendi içerisinde daha sınırlı kalacak. Uygulamada karşılaşacak zorluklar da daha sınırlı kalacak gibi geliyor. O yüzden hani yerelleşmenin de belki de altına inip, mahalle ölçeğine inmek, sokak ölçeğine inmek, bu tür çalışmalarda daha olumlu sonuçlar getirir gibi düşünüyorum. Bilmiyorum, senin görüşün ne?
Gökhan Erkutlu: Kesinlikle etkisi çok fazla. Bir örnek verebilirim. Adıyaman'da küçük bir örgüt diyor ki, ‘biz size kabaca söyleyelim ama parayı nereye harcayacağımızı detay söyleyemeyiz. Çünkü biz, kadınlara nerede harcamak istediklerini soracağız. Ve donör buna ‘okey’ diyor. Çok esnek bir fon. Geliyorlar ve kadınlarla konuşuyorlar. O parayla altında oturacakları bir gölgelik (pergola) yapıyorlar. Kadınlar bu sefer akşamları orada buluşmaya başlıyor. Orada buluştukça kendi sorunlarını konuşmaya başlıyorlar ve oradan bir sürü ihtiyaç çıkıyor. Sadece yapılan bir gölgelik başka birçok şeye sebep oluyor. Diğer tarafta da merkezi bir yönetim sisteminde şuna da tanık oldum. 200 tane tuvalet siparişi verilmiş. Tuvaletlerin gelmesi 2,5-3 ay sürmüş. Tuvaletler geldiğinde oradaki projeyi yürüten arkadaş dedi ki, ‘ben bu tuvaletleri nereye koyacağım bilmiyorum ama mecbur bir yerlere koyup raporlamam lazım.’ Orada kağıt üzerinde çok güzel gözükecek muhtemelen o 200 tuvalet. Ama gerçekten işte orada hesap verilebilir olması ve etki analizi önemli. Bunun gerçekten ne kadar iyi kullanıldığını, bunu kullanan yerel halk dışında kimse bilemeyecek. Dolayısıyla mahalle ölçeğine inerseniz ve siz karar merciini oradaki insanlara ne kadar çok bırakabilirseniz ve ne kadar esnek olabilirlerse, hesap verebilir oluyorlar. Çünkü halkın kendisi karar vermiş oluyor. Siz ama hiç sahayı görmediğiniz bir yerden proje kararı verip, sahaya inip, ‘hadi bunu yapmaya çabalayın’ dediğinizde uyumsuz bir kabın içine uyumsuz bir şekli sokmaya çalışarak, uydurmaya çalışıyorsunuz. Ben sözü burada size bırakayım.
Gürhan Ertür: Evet, son noktaya da geldik zaten Gökhan. Çok teşekkürler verdiğin bilgiler için. Bu çalışmanın, bu araştırmanın sonuçlarını da izleyeceğiz ve onları da dinleyicilerimize aktaracağız. Tekrar tekrar teşekkürler. Bölgeye ilişkin verdiğin bilgiler son derece değerli ve önemli.
Gökhan Erkutlu: Ben çok teşekkür ederim ağırladığınız için. Umarım bu çalışma bir sonraki çalışmaların da bir temelini oluşturur. Sistem değişikliği açısından bir katkısı olur.